Ortadoğu’da yaşanan her gelişme, Türkiye’nin hem tarihsel sorumluluğunu hem de bölgesel gücünü yeniden gündeme getiriyor. Gazze’deki insani dram hepimizin yüreğini yakarken, toplumun bir kesiminden “hemen savaşalım” sesleri yükseliyor. Ancak meseleye devlet aklıyla baktığımızda, bu tür çıkışların gerçekçi olmadığı açıkça görülüyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve Dışişleri Bakanlığı’nın yaklaşımı bu noktada yol gösterici nitelikte. Ankara, İsrail’in sivillere yönelik saldırılarını en sert şekilde kınıyor; insani yardımların kesintisiz ulaşması için uluslararası platformlarda yoğun bir diplomasi yürütüyor. Türkiye, bu duruşuyla hem İslam dünyasında hem de küresel kamuoyunda vicdani bir liderlik üstleniyor. Ancak bu liderlik, duygusal reflekslerle değil, stratejik bir akılla yürütülmek zorunda.
Gerçek şu ki, İsrail’le yaşanacak olası bir çatışma, sadece iki ülkeyi karşı karşıya getirmez. Batı’nın geniş kesimleri de, başta ABD de bu denkleme dahil olur. Dahası, İsrail’in nükleer kapasitesi göz ardı edilemez bir risk olarak ortada duruyor. Böyle bir tabloya hazırlıksız girmek, Türkiye’yi yalnızlaştırmakla kalmaz, halkımızın güvenliğini de doğrudan tehlikeye atar.
Bu nedenle Ankara’nın önceliği, yerli ve milli savunma sanayisini en üst düzeye çıkarmak, askeri kapasiteyi güçlendirmek ve diplomatik kanalları sonuna kadar açık tutmaktır. Hazırlık demek, her an savaşa girmek değil; gerektiğinde en güçlü şekilde karşılık verebilme iradesine sahip olmak demektir.
Türkiye’nin son yirmi yılda ortaya koyduğu savunma sanayii atılımı, artık bir tercihten öte zorunluluğa dönüşmüştür. İHA’lar, SİHA’lar, hava savunma sistemleri ve deniz kuvvetlerindeki yeni yatırımlar yalnızca caydırıcılık için değil, aynı zamanda bağımsız bir strateji için elzemdir. Dışişleri’nin diplomatik arayışları ile Cumhurbaşkanlığı’nın yerli-milli üretim ısrarı, birbirini tamamlayan iki unsur olarak öne çıkmaktadır.
Unutulmamalı ki mesele yalnızca İsrail değildir. Ortadoğu’da güç dengeleri sürekli değişmekte; enerji hatlarından ticaret yollarına, büyük güç rekabetinden bölgesel bloklaşmalara kadar pek çok faktör sahayı şekillendirmektedir. Böyle bir ortamda Türkiye’nin tek taraflı bir maceraya atılması, hem diplomatik yalnızlaşmaya hem de ekonomik kırılganlıklara yol açabilir.
İşte bu noktada “stratejik sabır” kavramı öne çıkıyor. Sabır, pasif bekleyiş değildir; aksine güçlü bir hazırlığın, derin bir hesaplamanın ve kararlı bir iradenin adıdır. Türkiye bugün sabırlı davranarak içeride savunma kapasitesini güçlendirmekte, dışarıda ise müttefiklerini ikna etmektedir. Bu süreç, yarın ihtiyaç olduğunda çok daha güçlü bir pozisyonu beraberinde getirecektir.
Gazze’de yaşanan zulüm karşısında halkımızın duyarlılığı elbette anlaşılırdır. Ancak devletin görevi, bu hassasiyetin yıkıcı bir maceraya dönüşmesine izin vermemektir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “diplomasi ve hazırlık” eksenli yaklaşımı, hem halkın vicdanını hem de Türkiye’nin çıkarlarını aynı anda gözetmektedir.
Gelecek dönem, Türkiye’nin bölgesel liderlik iddiasını daha da belirgin hale getirecektir. Ancak bu liderlik, savaş naralarıyla değil; güçlü ekonomi, bağımsız savunma sanayii ve etkin diplomasiyle mümkün olacaktır. Türkiye, hem masada hem sahada yer alacak güçtedir; fakat hangi adımın ne zaman atılacağına devlet aklı karar verecektir.
Son söz olarak: Duygularla hareket edenler günü kurtarır, ama akılla hareket edenler geleceği inşa eder. Türkiye’nin tercihi, günü değil geleceği kazanmak olmalıdır.
Selam ve dua ile.