Hüseyin Demir
Türkiye, tarihi boyunca sadece sınırlarını değil, ruhunu da korumak zorunda kaldı. Ateşin, kanın, gözyaşının gölgesinde büyüyen bu topraklar, nice ihanetin içinde yine de dirayetini, millet olma şuuru ile korudu. Bugün bir kez daha, tarihî bir eşiğin eşiğindeyiz. Görünürde silahlar susuyor, 'barış' yeniden sahneye çağrılıyor. Ancak sorulması gereken soru şu: Barış gerçekten barış mı, yoksa yeni bir tiyatronun sahne öncesi sessizliği mi?
PKK’nın sözde silah bırakma açıklaması ve DEM’in bunu destekleyen söylemleri, toplumda ne bir sevinç dalgası ne de güven uyandıran bir umut iklimi doğurdu. Çünkü millet hafızalıdır. Bu millet; Hendek’te, Diyarbakır’da, Cizre’de, Ankara’da, İstanbul’da ölümleri unutmaz. Silahların gölgesinde yapılan hiçbir açıklama, halkın yüreğindeki o yanığı söndüremez. Üstelik geçmişin tecrübeleri göstermiştir ki, terör örgütü “silah bırakıyoruz” dediğinde bile gölgede başka bir plan yapıyordur.
Bugün muhalefet, her meseleyi kendi çıkarına çevirmeye çalışırken; terörü de bir siyasi mühimmat gibi kullanma niyetinde. DEM çevreleri, toplumsal hassasiyetleri provoke eden bir dille, sadece siyaseti değil, aynı zamanda huzur arayışını da sabote ediyor. Barış dedikleri şey, aslında “meşrulaşma” arayışı. Toplumdan dışlanan, güven duyulmayan bir hareketin, sistemin içine sızarak kendine alan açma çabasıdır bu.
Ancak bu tiyatronun karşısında bir irade var: Devleti milletin ruhuyla ayakta tutma kararlılığına sahip bir çizgi. Erdoğan ve Bahçeli'nin durduğu yer, bir strateji değil, bir duruş meselesidir. Onlar için “barış” öncelikle milletin onurudur, devletin bekasıdır, vatanın sınırları kadar kalbinin de emniyetidir. Bu yüzden pazarlıkla değil; hukukla, güvenlikle, milletin sahih vicdanıyla barış inşa edilir. Terörle müzakere olmaz, mücadele olur. Bunun altını kalın çizgilerle çizmek gerek.
Elbette, terörün sonlanması herkes için bir kazançtır. Fakat mesele sadece silahın susması değil, zihnin değişmesidir. PKK silah bıraksa bile, eğer DEM’in dili, ideolojisi ve niyeti değişmiyorsa bu barış, sahte bir sükûnetten ibarettir. Çünkü esas tehlike, ideolojik virüsün siyasal ve toplumsal alanlarda yayılmasıdır.
Bugün yapılması gereken, bir yandan terörü bitirme kararlılığını sürdürmek, diğer yandan milletin bütün fertlerini kucaklayacak şekilde sahici bir toplumsal sözleşme inşa etmektir. Bu sözleşmenin temelinde milletin iradesi, devletin vakar ve güvenlik politikası, adaletin tahkim edilmiş yapısı bulunmalıdır. Bu da ancak millî ve yerli bir akılla mümkündür.
Türkiye’nin geleceği bir yol ayrımında değil, bir yol açımındadır. Ya terörün gölgesinde demokratik görünümlü bir teslimiyete sapacağız ya da adaletin, güvenliğin ve milletin hissiyatının merkezde olduğu yeni bir medeniyet yürüyüşünü başlatacağız. Bu ikinci yol, zahmetlidir ama hakikidir. Sabır ister ama sonuç verir.
Barış, eğer hakikatin üzerine kurulursa nimettir. Ama kandırılmış bir milletin sırtına zorla giydirilirse, yeni felaketlerin zeminidir. Bu yüzden gözümüz açık, kalbimiz sağlam, aklımız diri olmalı. Terörle mücadelede taviz değil; adalet, merhamet ve kararlılık eksenli bir yaklaşım Türkiye’yi büyütecek olandır.
Unutulmamalıdır ki; bu topraklarda bir barış olacaksa, o barış, şehitlerin ruhunu incitmeden, anaların duasını arkaya alarak, milletin selameti için olacaktır. Gerisi sadece gürültüdür, oyun içindeki oyunlardır.
Ve millet oyunları değil, hakikati ister.