Afyon Kocatepe Üniversitesi (AKÜ) Felsefe Kulübü, Kocatepe Felsefe Sohbetlerinin dördüncüsünü düzenledi. Erdal Akar Konferans Salonunda düzenlenen “Felsefeye Yeni Bir Başlangıç Yapmak” başlıklı konferansta; Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. A. Kadir Çüçen konuşmacı olarak yer aldı.
Felsefenin nesnesi ve konusunun varlık problemi etrafında şekillendiğini belirten Çüçen, “Felsefenin amacı, hakikati bir şekilde anlamak, kavramak ve bunu dile getirmektir. Bu açıdan felsefenin gerçekten ne olduğunu tartışmak istiyorsak, onu varlık sorunu üzerinden ele almamız gerekir” dedi. Homeros ve Hesiodos’la başlayan ve yaklaşık iki yüzyıl süren edebi destanlar döneminden, Mitos’tan Logos’a geçişle birlikte felsefenin temellerinin atıldığını ifade eden Çüçen, “Bu dönemde ilk kez ‘Varlık nedir?’ sorusu ortaya atılır ve varlığın var olmasını sağlayan değişmez hakikati arama çabası başlar. Filozofların amacı, gerçekliği ve hakikati bulmak, kalıcı olana ulaşmaktır. Bu nedenle felsefenin, ‘Arkhe problemi’ dediğimiz ilk başlangıç sorusuyla başladığını görürüz. Bu başlangıçla birlikte, en temelde olanı arama, bulma ve ortaya çıkarma çabası ortaya çıkar. ‘Ana madde nedir?’ sorusunu sorarlar ve buna yanıt ararlar. Bu doğrultuda da bilindiği üzere çok farklı kuramlar ortaya çıkmıştır” diye konuştu.
“Varlık ile varoluş birbirinden ayrılır”
Felsefede Sokrates, Platon ve Aristoteles ile varlığın artık doğrudan kendisi üzerinden değil, varlığa götüren başka kavramlar aracılığıyla ele alınmaya başlandığını belirten Çüçen, şunları kaydetti:
“Örneğin Platon, varlığa ulaşabilmek için ‘idea’ adını verdiği bir kavram ortaya koyar; bu kavrama gerçek bir varlık statüsü yükler ve buradan hareketle var olanların ne olduğunu açıklamaya çalışır. Bu yaklaşım, felsefede metafiziksel düşünme olarak adlandırılır. Sokrates ile başlayan bu yöntem, felsefenin metafizik bir temelde ilerlemesine yol açar ve bu nedenle bu düşünürler metafizikçi filozoflar olarak anılır. Bu noktada şunu biraz açmak gerekir; Sokrates, Platon ve Aristoteles’le birlikte başlayan felsefe yapma tarzında varlık ile varoluş birbirinden ayrılır; varoluş ikinci plana itilerek asıl önem varlığın özü, yani onun ‘ne ise o olan’ niteliğine verilir. Özün peşine düşüldüğünde düşünce, somut gerçeklik alanından uzaklaşır; öz ideal, soyut, değişmez ve kalıcı bir düzleme taşınır. Özün bu biçimde tanımlanmaya başlanması ise bizi zorunlu olarak metafiziğe götürür; çünkü artık fizik dünyanın ötesinde bir ‘öz’ aranmaktadır. Bu metafiziksel yaklaşım, akılcı bir düşünme tarzına dayanır. Bu bağlamda Aristoteles hem bilimsel düşünme hem de felsefi araştırma için temel oluşturan klasik mantığı ve özellikle kıyas yöntemini sistemleştirir. Kıyaslar, doğru ve geçerli düşünme yollarını gösteren akıl yürütme biçimleridir ve bu nedenle felsefi araştırmada belirleyici bir rol oynarlar.”
“Öz ve nesneler felsefi düşüncenin merkezine yerleşti”
Varoluşun özden ayrılarak ikinci plana itildiğini söyleyen Çüçen, “Bu süreçte öz ve nesneler felsefi düşüncenin merkezine yerleşti. Neredeyse bütün felsefe tarihi boyunca, özellikle 20. yüzyıla kadar, bu ayrım temel alınarak metafiziksel düşünme çerçevesinde varlık üzerine çeşitli kuramlar geliştirildi. Bu kuramlarda, varlık çiftlerinden biri diğerine göre daha öncelikli, daha kalıcı ve daha değişmez kabul edildi. Böylece metafizik kavramlara gerçeklik değeri yüklenerek, bunlardan metafizik nesneler ve metafizik varlıklar oluşturuldu” dedi. Sistemci filozofların, tüm var olanları metafizik kavramların ışığında açıklayarak kapsamlı felsefi sistemler kurduğunu belirten Çüçen, “Bu sistemlerin en ideal ve en mükemmel yapılar olduğu ileri sürüldü; insanlık da bu sistemlere göre düzenlenmeye çalışıldı. Böylece insanlar için, bu sistemlerde tanımlanan ideal varlık anlayışına dayalı hiyerarşik bir varlık düzeni oluşturuldu ve bireylerin bu düzene göre yaşamaları gerektiği savunuldu” diye konuştu. 20. yüzyılla birlikte varoluşçu filozofların, ideal kavramlara yönelmeyin diyerek farklı bir yol önerdiğini kaydeden Çüçen, “Onlara göre, varlığımızı anlamaya çalışırken bu dünyada hissettiklerimize, deneyimlediklerimize, eylemlerimize ve duygularımıza bakmalıyız. Varlığın ne olduğunu bu yaşantılar üzerinden açığa çıkarmak, yaşamak ve deneyimlemek esastır. Bu nedenle felsefenin yöntemi artık tümdengelim, rasyonel ve metafiziksel bir söylem olamaz. Bunun yerine, fenomenolojik-hermeneutik bir yaklaşım benimsenmelidir; yani anlamaya ve yorumlamaya dayalı bir yöntem. Fakat bu anlama ve yorumlama, ancak varoluşsal süreçlerin doğrudan deneyimlenmesiyle mümkündür” şeklinde konuştu.
Konferans, soru cevap bölümünün ardından sona erdi.