Hüseyin Demir Türkiye, tarihi sorumlulukları ve bölgesel rolü ile bir kez daha test ediliyor.

Hüseyin Demir

Türkiye, tarihi sorumlulukları ve bölgesel rolü ile bir kez daha test ediliyor. Gazze’de yükselen acı, Doha’daki saldırıların yarattığı diplomatik şok ve bölgedeki gerilim, Ankara’yı hem iç kamuoyuna hem de dünya sahnesine dikkatle mesaj vermeye zorluyor. Stratejik sabır mı, acelecilik mi? İşte önümüzdeki en temel soru bu: Hangi adım hem halkımızın güvenliğini korur hem de Türkiye’nin bölgesel liderlik iddiasını zedelemez?

Cumhurbaşkanlığı’nın Gazze’deki yıkımı yüksek sesle kınaması, Türkiye’nin bölgesel aktör olarak itibarını pekiştiriyor; aynı zamanda Ankara, sivillerin korunması ve insani yardımın kesintisiz ulaştırılması için diplomatik baskıyı artırıyor. Dışişleri Bakanlığı’nın resmi açıklamaları ise, sözde bir duygusal çıkış değil; uluslararası hukuka dayalı stratejik bir duruşu temsil ediyor.

Ancak, “hemen savaş” çağrıları sadece iç politik bir refleks değil; aynı zamanda Türkiye için çok yüksek jeopolitik maliyetler taşır. Stratejik gerçekler, karar vericiyi soğukkanlı davranmaya zorluyor. Böylesi bir çatışma, yalnızca İsrail’le değil, onun önemli müttefikleri olan ABD ve Batı ile de karşı karşıya getirebilir. Ankara, bu denklemde atılacak aceleci adımların ekonomik, diplomatik ve askeri kapasitemizi yıpratacağını çok iyi biliyor.

Bir diğer hayati boyut ise nükleer risk. İsrail’in nükleer kapasitesi, uluslararası konvansiyonlar ve jeopolitik gerçeklikler çerçevesinde “belirsiz ama var” olarak tanımlanıyor. Bu belirsizlik, bir çatışmanın hızla daha geniş ve yıkıcı bir boyuta sıçrama riskini beraberinde getiriyor. Bu nedenle Dışişleri’nin görevi, hem müttefikler nezdinde hem de BM çerçevesinde diplomatik kanalları açık tutmak; kamuoyunu olası sonuçlar konusunda bilgilendirmek. Aceleci milliyetçi söylemlerle bu hassas dengeyi yönetmek mümkün değil; hazırlık, dayanışma ve uluslararası hukuk ekseninde hareket etmeyi gerektiriyor.

Askeri hazırlık elbette bir stratejidir; ama hazırlık demek, hemen çatışmaya girmek anlamına gelmez. Yerli ve milli savunma sanayimizin derinleştirilmesi, askeri personelimizin eğitimi ve sivil kriz yönetimi altyapısının güçlendirilmesi, Ankara’nın uzun vadeli planlarının merkezinde yer alıyor. Bu adımlar, Türkiye’yi diplomaside daha etkili kılarken, yaptırımların etkilerini azaltma, tedarik zincirlerini güvence altına alma ve bölgesel ortaklarla dayanışmayı artırma kapasitesini de güçlendiriyor. Sahada tek başına bir zafer peşinde koşmak yerine, bu adımlar kalıcı güvenlik sağlıyor.

İç siyaset de göz ardı edilemez. Türkiye’de Gazze’ye yönelik empati ve İslami dayanışma, geniş tabanlı bir kamuoyu desteği yaratıyor. Ancak hükümetin sorumluluğu, bu hassasiyeti yıkıcı bir maceraya dönüştürmemek. İşte burada devreye “stratejik sabır” giriyor. Diplomasi, uluslararası hukuk, hazırlık ve gerektiğinde meşru müdafaa hakkının dengeli kullanımı, Erdoğan yönetiminin savunduğu çerçeveyi oluşturuyor.

Sonuç olarak Türkiye’nin ulusal çıkarı, duygusal reflekslerle değil, akılcı ve meşru bir dış politika ile korunur. Bu bir “savaş karşıtlığı” değil; doğru zaman, doğru zemin ve uluslararası meşruiyet temelinde hareket etme zorunluluğudur. Ankara’nın görevi, hem masum sivillerin haklarını savunmak hem de ülkemizin güvenliğini riske atmadan daha güçlü, bağımsız ve etkin bir Türkiye inşa etmektir. Kısa vadeli provokasyonlardan uzak, uzun vadeli stratejik akılla hareket etmek, bugün Türkiye için en doğru ve güvenli yoldur.

Selam ve dua ile.